1930’larda Cumhuriyet sonrası nüfus kâğıdı ya da resmi belgelere getirilen fotoğraf kullanma mecburiyetiyle fotoğraf çekenlerin sayısı gün be gün artmış, stüdyoların dışında bir sokağın köşesinde veya bir kamu binasının civarında seyyar çalışan fotoğrafçılara pek sık rastlanır olmuştu.
Sokak fotoğrafçıları özellikle Cumhuriyet sonrasında İstanbul’un hemen her köşesinde kadrajlarına giren her insan yüzü ve o günün tarihi ile zamanı anda donduran bellek taşıyıcıları olmuşlardı. 1930’lardan sonra, özellikle 50’lerden 90’lara kadar resmî işlerin dışında sokak fotoğrafçıları birer hikâye taşıyıcısı gibi sokaklardaki yaşamı, olayları, sürprizleri, sevinçleri, tesadüfleri ve anıları fotoğraflamış ve bu fotoğraflarla İstanbul’un birer görsel kaynağı gibi anıları biriktirmişlerdir.
Halk arasında daha çok seyyar fotoğrafçı, şipşakçı, alamünit fotoğrafçı olarak anılan sokak fotoğrafçılarının çalışma teknikleri birbirilerinden farklı da olsa siyah kollukları ve fonları, ahşap kısmını sarı, kırmızı ve mavinin canlı tonlarına boyadıkları körüklü makineleri ile hemen her yerde fark edilirlerdi. Karanlık odası kendi içinde olan kutunun üzerine daha önce çektikleri güzel fotoğrafları yapıştıran ve onu bir vitrin gibi de kullanan, ahşap üçayak üzerine yerleştirdikleri makineleriyle “Dikkat, çekiyorum” veya “Dikkat, gözünüzü kırpmayın” diye komut veren sokak fotoğrafçıları daha çok Kadıköy, Moda, Beşiktaş, Eminönü, Karaköy, Beyoğlu, Galata, Sultanahmet, Çemberlitaş ve Laleli’de gezer ve iş yaparlardı.
Pratik olan makinelerini kutunun yanındaki deri kayıştan omuzlarına atarak sokak sokak gezen, askerliğini İstanbul’da yapmaya gelenleri ya da ilk defa İstanbul’u ziyaret edenleri siyah fon üstüne beyaz harflerle “İstanbul Hatırası” yazan perdenin önünde fotoğraflayan sokak fotoğrafçıları yukarıda da belirttiğimiz gibi bir çeşit kazıcı ve yazıcı gibi belleğe iz bırakmışlardır.